27 Mart 2013 Çarşamba

BİR TUHAF ADAM


BİR TUHAF ADAM

   İçimde garip şeyler var. Daha önce hiç hissetmediğim türden şeyler…
   Nasıl olduğunu kavrayamadığım bir hızla kaplarken bedenimi, karşı koymam imkânsızdı.
   Bir gün çıkagelmişti. Beklemediğim bir anda. Çok farklı bir şeyi düşünürken ve amaçlar hayli farklıyken, umulmadık bir şekilde karşıma çıkmıştı.
   Yeniydi. Dik bakışlıydı, küçümsüyordu, zarar veriyordu ve öldürüyordu. Ayrıca güzeldi ve vahşiydi.
   Ondan nefretim eksik olmadı başta. Evet, beni yendi, defalarca kez. Fiziksel savaşta ona karşı şansım yoktu. Dur durak bilmez bir kadın savaşçıydı.
   Ve gençti.
   Öyle genç ki şaşakalmıştım katılığına. On sekizinde bir kızdı daha. Onu bekleyen koca bir ömürden habersizdi. Yalnızlığını perçinlemişti içinde. Onu anlayabiliyordum.
   Gözlerim gözlerine takıldığında kopmuştu hatlarım. Yanlış giden bir şeyler vardı, farkındaydım.
   Ve acı çekmişti.
   O yaştaki bir kimsenin çekebileceğinden kat kat fazlasını. Kimsesizliğinin kucağında boğuşurken ve bu onu uçurumlara sürüklerken, etrafında yükselen ölüm yığınlarının faili olmak onun işiydi.
   O bir katildi.
   Öldürdüğü insanların sayısını o bile söyleyemezdi. Daha da beteri, bunu yapmayı seviyordu. Güç, damarlarında gezen zehirli bir kan gibiydi. Bu onun mesleği olmuştu. Hatta bu meslekte birçok ödül ve terfi ile taçlandırılmıştı.
   O bir korsandı.
   En zalim ve en güzel korsandı o. Uzun, altın sarısı saçları beni büyülerken, kolay kolay gülümsemezdi. Donuk bir su gibiydi ilk başlarda.
   Sonra onu keşfettim. Varlığındaki en güzel yanları gördüm istemeden. Her bakışımda bana meleğimsi tebessümünü uzatmasını sağlayan kozlar geçmişti elime.
   Bir gün bana geldi.
   Temelli. Bir daha gitmemek üzere. En azından manevi anlamda benim için durum böyleydi. O benim kalbimin en koyu noktasına kurduğum tahtın ve ülkenin yegâne mültecisiydi. Bir gün fiziksel olarak gitse de o taht ve ülke tüm haklarıyla birlikte ona aitti.
   Yok pahasına ona satmıştım kalbimi.
   Ardından gelen her şey, her duyuş ve her oluş ona paraleldi. O neyse ben oydum. Varlığı tek ölçüttü benim için. Sırf onun hissiyatına karşılık verebilmek uğruna, yıllarca kaçındığım ve tiksindiğim her fiili hoş gördüm. Ben her yönüyle doğruya, güzele bağlıyken, o benim tam zıttımdı. Buna rağmen değiştim. Aslına bakılırsa tek yaptığım onun uğruna zihnimi zorlamaktı.
   Onu kaybedişim ise uzun sürmedi. Aslına bakılırsa, bunu en başından beri biliyordum. Tahmin ediyordum. Gerçek olmayacak kadar aykırı ve güzeldi çünkü. Maneviyatı bu denli büyükken, maddiliğine akıl erdirmek zordu.
   Gitti. Söylediklerine inat yüzünde tek bir damla gözyaşı olmadan. Yalan mı söylüyordu? Beni kandırmış mıydı? Emin olamıyordum. Kızgınlığım ve kırgınlığım had safhalarda gezinirken ve ben ona son yalvarışlarımı yaparken dönüp ardına bile bakmaması hazmedilir şey değildi.
   Dağılmıştım. Toparlanması imkânsız halde hem de…
   Artık bana o dahi ilaç olamazdı.
   Sarayın bahçesinde dolaştım. Her gördüğüm nesne yabancılaşırken gözümde, yeni doğan güneşler umursamıyordu beni. Şifasız dertlere tutulmak hastalığında yorgun düştü ruhum.
   İhanete uğramıştım. En derininden. Avuçlarında eriyip giderken bedenim, verdiği hasarı önemsemiyordu. Belki de hoşuna gidiyordu bunu yapmak. Acım onun zevkiydi.
   Nasıl da inanmıştım ona? Ben iyiydim, o ise kötüydü. Ben kurtarmaya çalışıyordum her bir canı, o ise öldürüyordu en barizinden.
   Her şeye rağmen, onu seviyordum. Her zerremle. Mazeretlere yanıtım yoktu. Ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, beni bağlandığım nehir kenarındaki ağaç dalından koparamıyorlardı. O dalın bir gün beni ölüme göndereceğini bile bile…
   Acım o denli büyük ve yakıcıydı ki, vazgeçtim konuşmaktan. Her bir kelime ıstırabımdan bir koru alıp dilimin ucuna getiriyor ve mantığımla kalbim arasındaki bağlantıda pusularını kuruyordu. Düşünemiyordum öyle anlarda. Dudaklarım kıpırdanırken sözcüklere yenik düşüyordum. Başkalarının yangınımdan haberdar olması ise ayrı bir kusurdu. Bittiğimin resmini, beni öldüren ressama çizdiriyordum. O ressam daha sonra alıp benimle alay edecek olsa da…
   Zaman ise işliyordu. Ben yıllara vurgu yaparken ayrımına varmadan, meğer aylar geçmiş. Yalnızca iki ay. Ben yüzyıllarla kıyaslarken her bir günü, o sadece iki ay uzağımdaymış.
   Kızgındım. Kendime, şehrime, yaptığım mesleğe ve hükümdarın oğlu oluşuma. Fakat ona değil. Neslihan, hayatımda kızamayacağım tek insandı. Ama üzgündüm. Her şey için. Varlığını yanımda tutmadığı için. Beni korsanlığa tercih ettiği için. Yeğlediği şeyler arasında kendimi zerre kadar göremediğim için.
   Belki de haklıydı. Ben sonsuzluğuma gömülmüşken, ondan ne arzulayabilirdim ki? Keşfedilecek hiçbir şeyim yokken onun aksine, bende ne bulmasını isteyebilirdim ki?
   Hükümdarın oğluymuşum! Hah! Neye yaradı? Onu başucumda dahi tutmaya gücüm yetmezken, neyimle kendimi savunabilirdim?
   Direnmiyordum artık. Ve vazgeçmiştim.
   Ondan değil, kendimden. Artık ona verilecek şeylerim bir bir tükenmişken, yalnızlık beni esir almışken, yokluğunda vakit bir zindana dönüşmüşken, bundan böyle savaş olmayacaktı. Barışlar beni bitirmişti, savaşlar ise içilecek bir yudum su uzaklığındaydı. Kendime faydam dokunmazken ona zarar vermeyecektim.
   Gitmişti zaten. Muhtemelen bu sebepleri daha ben ona söylemeden çok önce, yani ben hala sarhoşluğumda tiz neşe çığlıklarıyla ilerlerken, farkına varmıştı her şeyin.
   Yokluğunda büyümüştüm.
   O iki ay beni sarıp sarmalarken, yalnızdım. Alın yazıma boyun eğmiştim.
   Tam, ölüme olan mesafemin düzeyiyle ilgili sorunlara takmışken kafamı, başka bir sarsıntı inletti içimi.
   Dönmüştü.
   Yeniden vardı. Aynı adanın atmosferinde nefes alıyorduk. Kim bilir nasıldı?
   Ne yapacaktım? Vazgeçişlerim çarparken yüzüme, bu yenisine karşı çıkacak mıydım? Dayanabilir miydim? Onun yakınımda olduğunu bile bile kıpırdamadan durabilir miydim?
Başka bir güçlü duyguya eğdim başımı. Gurur, beni durdurdu. Ne de olsa yegâne silahımdı o benim.
   Onu somut bir şekilde yeniden görmek ise bendeki hatları ve kararları tamamen incitmişti. Kesinlikle artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Bir şeyler uyanmıştı sanki.
   İlginç yanı ise, bunu ben dahi kontrol edemiyordum. Onun karşısında pervasızca nefes alıp vermek, dimdik durmak ve ona öylece duygusuzca bakmak tuhaflığın sınırını zorluyordu.
   Hata yaptığımın bilincinde olmama karşın, ziyanımı umursamadan onu bağışladım. Başka şansım yoktu, bunu biliyordum. Onsuz yaşayamıyorsam, itiraz etmenin ne yararı vardı ki?
   Pişmanlığını haykırıyordu bana. Af diliyordu. Bir gün beni terk edeceğini, bu işin yürümeyeceğini bile bile ona gittim. Kanayan yaralarımı gizleyerek ve ona muhtaçlığımı hissederek.
   13 Ocak. Onunla yaptığım ilk savaşın tarihe izdüşümü bugündeydi. Kılıçlarımız aynı düşmana yönelmişken görünüşte, gerçekte tüm zırhlarımızı ve gardımızı birbirimiz için kuşanmıştık. İçteki savaş dıştakini kat be kat aşıyordu.
   Onunla evlendim. İlk defa isteklerimden birini zor da olsa ona kabul ettirmeyi başarıp onu nikâhı kıyan imamın karşısına oturttum.
   Soru işaretlerim zihnimde başıboş arılar gibi çoğalıp dururken ona olan ihtiyacım beni tarifi olanaksız hallere bürüyordu.
   Fakat biliyordum. Tüm aykırılıkları, imkânsızlıkları ve son vuruşu kendim yapmam gerektiğini…
   Aklımla kalbim bir yarış pistindeydi aslında. Onu düşündükçe tuhaflaşan kalbim, bu yarışta, her seferinde doğruları haykıran aklımı geride bırakmıştı. Lakin değişenler vardı.
   Aklım atağa geçmişti
   Bir gün gelip de; Neslihan’ı, hayatımda tanıdığım en vahşi ve değerli kızı terk ettiğimde, aklım kalbime tur bindireli hayli vakitler geçmişti.

                                                                                                                                 SULTAN İNCE